Her ne kadar günümüzde radyonun eski günlerdeki tadı ve coşkusu kalmamış olsa da, ekran bombardımanına maruz kalamadığımız durumlarda radyo dinlemeye devam ediyoruz.
Radyonun tahtı televizyon, bilgisayar derken şimdi de telefonun insanları meşgul etmesiyle birlikte iyiden iyiye sarsılmış durumda. Aslında sarsılan sadece radyonun tahtından ziyade insan ilişkileri fakat bu başka bir yazının konusu olacak kadar derin bir mevzu.
En azından İstanbul trafiğinin o insana hayatı sorgulatan, yaşadığı şehirden ve belki de her biri kendi içinde çok güzel olan insanlardan nefret etmesine neden olan keşmekeşi içerisinde radyo hala bir kurtarıcı olabiliyor.
Geçenlerde Youtube’da videodan videoya gezerken bir Radyo Tiyatrosu kaydına denk geldim ve sonrasında bir çoğunu dinledim. Kullanılan Türkçe ve yapılan seslendirmeler muazzam. İnsan dinlerken an geliyor bulunduğu ortamdan uzaklaşıp hikayenin içine giriveriyor.
Günümüzde ekranlarda ve diğer iletişim kanallarında kullanılan dil çoğunlukla o kadar sığ ve bayağı ki, insan eski bir şeyler izlediğinde ya da dinlediğinde bu ayrımın daha bir farkına varıyor.
Örneğin Ankara Radyosu yapımı olan Müşerref Öztürk’ün yazıp Rüştü Asyalı’nın yönettiği “Bir Cuma Hikayesi” gecenin bu saatlerinde dinlendiğinde insanı garip bir hüzne sürüklüyor, yalnızlık zor zanaat.
Şener Şen, Suna Pekuysal, Zihni Göktay gibi sanatçıların seslendirdiği bir Alman hikayesi olan “Gece Treni” de gayet başarılı ve ülkesinden göç etmek zorunda kalanların arttığı günümüzde konusu ilgi çekici.
“Radyo’nun geleceği yok!”
Lord Kelvin (1898, İskoçyalı bilim insanı)